Abdussamet Aydemir
9 Şubat 2025 · 13 dakika
(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda yazılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz.
(2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz.
(3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kıyasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.
Madde, ceza hukukunun temel ilkelerinden biri olan, suçta ve cezada kanunilik ilkesine yer vermektedir. Bireyin hak ve özgürlüklerinin korunması amacı doğrultusunda, suçların yasalarda düzenlenmesi ve yaptırımlarının belirtilmesi, hak ve özgürlüklerin güvencesini oluşturmaktadır. Birey, hangi eylemlerin suç oluşturduğunu ve yaptırımların neler olduklarını bilmek hakkına sahiptir. Bu sonuç, devletin cezalandırma hakkını kullanırken, bireye gerekli saygıyı göstermek yükümünü de yüklemektedir. Bu saygı, suç olarak düzenlenen eylemleri önce yasayla yapmak, sonra da böyle bir düzenlemeye konu olmayan eylemleri cezalandırmamaktır. Aynı sonuç, suç karşılığı uygulanacak yaptırımların da yasalarda belirtilmesi ile pekiştirilmektedir. Madde, Anayasanın 38 nci maddesi ile de paralellik kurmaktadır.
Madde, yeni yasanın kabulü doğrultusunda, ceza yaptırımlarını iki bölümde mütalaa etmektedir. Önceki TCK’da olmayan güvenlik tedbirleri de sisteme katılmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasında, suçta ve cezada kanunilik ilkesini tamamlayıcı nitelik taşıyan bir hükme yer verilmiştir. Ülkemizde uzun yıllar tartışılan, fakat tartışmaya rağmen uygulanan, düzenleyici işlemlerle suç ve ceza konulması uygulamasına son verilmektedir. Bu konuda getirilen yasakla, örneğin kanun hükmünde kararname ile suç konulması ve cezalara yer verilmesi önlenmektedir. Yeni yasanın bu açık hükmü karşısında, eski uygulamayı oluşturan, suça bir yasada yer vermek, fakat suçun ve cezasının ayrıntılarını düzenleyici işlemlerle yapmak geleneği terk edilmek zorundadır.
Maddenin üçüncü fıkrasında, ceza hukukunun temel ilkelerinden birini oluşturan kıyas yasağına yer verilmiştir. Kıyasa yasağı, ceza hukuku doktrininin itirazsız kabul ettiği, üzerinde hiçbir tartışmanın olmadığı bir kavramdır. Kıyas yasağının anlamı şudur: Yasa koyucu suçları yasalarda açık ve seçik biçimde düzenleyecektir. Bu düzenlemede, suç olanla olmayan kesin olarak ayrılacaktır. Suç sayılmayan eylemler cezalandırılmayacaktır. Cezalandırılan bir eylemle aynı nitelikleri taşıyan, sözgelimi aynı biçimde zarar ya da tehlike doğurabilecek bir eylem, kıyas yoluyla suç sayılamayacak ve cezalandırılamayacaktır. Kıyas yasağı, ceza hukuku alanında bireyin hak ve özgürlüklerinin korunmasının bir başka güvencesidir. Kıyas keyfiliği doğurur. Keyfilik ise özgürlüklerin gerek kullanılmasının gerek korunmasının karşısındaki en büyük tehlikedir.
Kıyas yasağının yasada öngörülmesi, bundan böyle ülkemizde yasakoyucuya bir başka görev daha yüklemektedir. O görev şudur: Ceza yasaları, gerek suçlar gerek öngördükleri cezalar yönünden, açık ve belirgin olmak zorundadırlar. Ceza yasalarında yapılan tanımlarda hiçbir tereddüt söz konusu olmamak gerekir. Bu yolla, suç olanla olmayanın ayrılması mümkün olacaktır.
Üçüncü fıkranın son cümlesinde, ceza hukukunun bir başka ilkesi yer almaktadır. Bu ilke, ceza yasaları dar yorumlanır, ilkesidir. Madde, bu ilkeyi açıklarken, kıyas yasağı ile bağlantı kurmuş, yasaların yorumunda, kıyas sayılabilecek genişlikte bir yoruma gidilemeyeceği vurgulanmıştır. Bu yaklaşımın amacı açıktır. Tam anlamıyla kıyas olmasa bile, kıyasa yakın biçimde geniş yorum yöntemini uygulamak ve bireyi cezalandırmak, bugünkü suç ve ceza politikasına uygun düşmez. Suç, toplumda kamu düzenini bozan en ağır fiildir. Bu nedenle de bunlara ceza yaptırımları uygulanır. Bu tercihi yasa koyucu yapar. Hangi fiillerin suç sayılacağını yasa koyucu belirler. Ancak yasa koyucu için bu konuda mutlak uyulması gereken bir kural vardır. Bugün için anayasal bir ilke olan bu kural(AY, m.38) suçların ancak yasalarla konulabilmesidir. Bunun istisnasının olmamasıdır.
Bu konuyla bağlantılı olarak bir hususu da belirtmek uygun olur. Yasa koyucular bugün suç koyarken, hangi fiillerin suç sayıldığını açıklık ve belirginlik içinde düzenlemek zorundadırlar. Bunun nedeni, her suç sayılan fiilin temelinde bir özgürlük kuralının yatmasıdır. Bu nedenle birey toplumsal yaşantısı içinde, suç olanla olmayanı bilmek hakkına sahiptir. Suç normları açıklık ve belirginlik taşıdığında, birey hangi eylemlerinin hukuka uygun, hangilerinin hukuka aykırı olacağını önceden bilmelidir.
Suç genel teorisinde bu söylediklerime “suç sayılan fiilde belirginlik” kuralı adı verilir. Bu kuralın mutlak uygulanması bir devletin hukuk devleti olup olmadığının da bir göstergesidir. Hukuk devleti bireye hukuk güvenceleri sağlayan devlettir. O devletin çatısı altında yaşayan birey kendisini güvende hissetmelidir. Bunun ceza boyutundaki yaklaşımı suçu, suç olmayandan kesin çizgileri ile ayırmaktır.
Bugün özellikle siyasal suçlar alanında bu konuda uyuşmazlıklarla karşılaşılır. Bunun için sözünü ettiğim çizginin net olarak çizilmesi kaçınılmazdır. Bu, bireyin özgürlüğünü güvence altına almak açısından önemli olduğu kadar, hukuku siyasallaştırmak isteyecek olan siyasal iktidarlar için de bir set oluşturacaktır. Bu set bireyin güvencesi olarak mütalaa edilmek gerekir.
Yar. 2 CD, 07.05.2007, 2007/6390; 2007/6303
“5237 sayılı Yasa’nın 51/3. maddesine göre cezası ertelenen hükümlü hakkında Yasa’da bulunmayan bir denetim kararına hükmedilmesi yasallık ilkesi ile bağdaşmaz.
Eşe karşı kasten yaralama suçundan sanık Mehmet’in 5237 sayılı TCK.nun 86/2, 86/3-a ve 62. maddeleri gereğince 5 ay hapis cezası ile cezalandırılmasına, anılan Kanun’un 51/1. maddesi uyarınca hapis cezasının ertelenmesine, aynı Kanun’un 51/3. maddesi gereğince 1 yıl denetim süresinin belirlenmesi ve denetim süresi içinde alkollü içecek kullanmasının ve alkollü içki kullanılan yerlere girmesinin yasaklanmasına dair, (Dinar Sulh Ceza Mahkemesi)’nin 21.12.2006 tarihli ve 2006/207- 247 sayılı kararı aleyhine Yüksek Adalet Bakanlığı’nca verilen 30.03.2007 gün ve 17620 sayılı kanun yararına bozma talebine dayanılarak dava dosyası Yargıtay C.Başsavcılığı’nın 16.04.2007 gün ve 2007/68076 sayılı tebliğnamesiyle Dairemize gönderilmekle okundu;
Kanun yararına bozma isteyen tebliğnamede;
5237 sayılı TCK.nun “Hapis cezasının ertelenmesi” kenar başlıklı 51. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde, “İşlediği suçtan dolayı iki yıl ve\a daha az süreyle hapis cezasına mahkum edilen kişinin cezası ertelenebilir” hükmü ile aynı maddenin üçüncü fıkrasında, “Cezası ertelenen hükümlü hakkında, bir yıldan az, üç yıldan fazla olmamak üzere, bir denetim süresi belirlenir. Bu sürenin alt sınırı, mahkum olunan ceza süresinden az olamaz.” hükmü ve dördüncü fıkrasında ise, “Denetim süresi içinde; a) Bir meslek veya sanat sahibi olmayan hükümlünün, bu amaçla bir eğitim programına devam etmesine, b) Bir meslek veya sanat sahibi hükümlünün, bir kamu kurumunda veya özel olarak aynı meslek veya sanatı icra eden bir başkasının gözetimi altında ücret karşılığında çalıştırılmasına, mahkemece karar verilebilir.” hükmünün yer almasına rağmen, 5 ay hapis cezası ertelenen sanık hakkında, madde hükmünde yer almayan “alkollü içecek kullanmasının ve alkollü içki kullanılan yerlere girmesinin yasaklanmasına” şeklinde karar verilmesinde isabet görülmediğinden, 5271 sayılı CMK. nun 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu kanun yararına bozma talebine dayanılarak ihbar olunmuştur.
Gereği düşünüldü:
Suçta ve cezada yasallık ilkesi uyarınca, yasada öngörülmeyen yükümlülükler kimseye yüklenemeyeceğinden, kanun yararına bozma istemindeki düşünce yerinde görüldüğünden Dinar Sulh Ceza Mahkemesi’nden verilip kesinleşen 21.12.2006 gün ve 2006/207-247 sayılı kararın 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 309. maddesinin 4. fıkrasının (d) bendi uyarınca (BOZULMASINA), hükümde yer alan “5237 sayılı TCK. nun 51/3. maddesi uyarınca denetim süresi içinde sanığın alkollü içecek kullanmasının ve alkollü içki kullanılan yerlere girmesinin yasaklanmasına” ilişkin bölümün hüküm fıkrasından çıkarılmasına, hükmün diğer kısmının aynen bırakılmasına 07.05.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. “
(
<u>www.adalet.org)(YKD
</u>, Ağustos 2007)
Yar. 7 CD, 11.02.2009, 2006/16811;2009/2220
“Kanunsuz suç ve ceza olamayacağından, sanığın marka hakkına tecavüze ilişkin eylemini 556 sayılı KHK ile suç saymak mümkün değildir.”
(YKD, Nisan 2009)
Yar. 7 CD, 2007/14317
“5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun Geçici 1 inci maddesi ve buna bağlı olarak 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 5 inci maddesinin 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe girmesi sonucu ve aynı Kanunun 2 nci maddesi hükmü karşısında dava konusu eylemin atılı suç oluşturup oluşturmayacağı hususunun değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda sanığa atılı tescilli marka hakkına tecavüz eylemleri ve bu fiilleri işleyenlere uygulanacak yaptırımları düzenleyen mevzuat tarihsel olarak incelendiğinde; 11 Mayıs 1888 tarihli Alameti Farika Nizamnamesi ile bu konuda hükümler getirildiği, 03.03.1965 tarihli 551 Sayılı Markalar Kanunu ile yeni bir düzenleme yapıldığı ve Kanunun 54 üncü maddesiyle Alameti Farika Nizamnamesi ile ek ve değişikliklerinin yürürlükten kaldırıldığı, 24.06.1995 tarihinde yürürlüğe giren ve tescilli markalarla ilgili cezai koruma hükümleri getiren 556 Sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 4128 Sayılı Kanunla değişen 82 nci maddesiyle 551 Sayılı Markalar Kanunun yürürlükten kaldırıldığı görülmektedir.
Tescilli markaların cezai korunması konusunda ülke mevzuatımızla ilgili olarak yapılan hukuki değişikliklere işaret edildikten sonra somut olay değerlendirildiğinde:
Sanık hakkında 556 sayılı KHK.nın 61/A-c maddesi uyarınca cezalandırılması için kamu dava açılmıştır. Bu maddenin atıf yaptığı 61 inci maddede ise kararname hükmüyle suç tanımları düzenlenmiştir. 5252 Sayılı Yasanın geçici 1 nci maddesinde “Diğer kanunların, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Birinci Kitabında yer alan düzenlemelere aykırı hükümleri, ilgili kanunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2008 tarihine kadar uygulanır.” 5237 sayılı TCK’nın 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5/1 inci maddesinde “Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır” ve aynı Kanunun genel hükümleri arasında bulunan 2 inci maddesinin birinci fıkrasında ise “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanmaz...” hükümleri yer almaktadır.
Olayımızda sanığa atılı eylem, ceza içeren özel bir hukuk düzenlemesi olup 5’inci maddede sözü edilen özel ceza kanunları ya da ceza içeren kanunlar kapsamında bulunmaktadır. O halde atılı eylem, TCK’nın 2 inci maddesi hükmü kapsamında değerlendirilmelidir. Bu duruma göre, KHK hükmüyle getirilen bu düzenleme TCK’nın 2 inci maddesinde öngörülen kanunilik ilkesine uygun bulunmamaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi 03.01.2008 gün ve 2005/15 E, 2008/2 K sayılı iptal kararı gerekçesinde Kanunsuz suç ve ceza konulamayacağını, Kanun Hükmünde Kararname hükmüyle suç ve ceza getirilemeyeceğini açıkça vurgulamıştır. Bu durum karşısında, 5252 Sayılı Kanunun geçici birinci maddesi ile TCK’nın 2 inci maddesi ve 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5 inci maddesi birlikte değerlendirildiğinde; 556 Sayılı KHK’nın suç tanımlayan hükümlerinin tümüyle zımni olarak ilga edildiğinin (örtülü olarak yürürlükten kaldırıldığının) kabulü gerekmektedir. Bu hukuki değerlendirmeye göre atılı eylem 556 Sayılı KHK hükümleri kapsamında suç oluşturmayacaktır.
Öte yandan 556 Sayılı K.H.K ya göre suç oluşturmayan eylemin Türk Ticaret Kanunu’nda düzenlenen haksız rekabet suçunu oluşturup oluşturmayacağı hususunun da bu noktada ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir. Buna göre, 1474 üncü maddesi gereğince 01/01/1957 tarihinde yürürlüğe giren 6762 Sayılı TTK’nın 57 nci maddesinin 5 inci fıkrasında; başkasının haklı olarak kullandığı ad, unvan, işaret gibi tanıtma vasıtaları haklarına tecavüzün yanında, tescilli ve tescilsiz ayırımı yapmadan marka hakkına tecavüz de haksız rekabet suçu olarak tanımlanmış ve cezası 64 üncü maddede belirtilmiştir. Bu Kanunun yürürlük tarihinden sonra 3 Mart 1965 tarihinde yürürlüğe giren 551 Sayılı Markalar Kanunu’nun 47 inci maddesinde de tescil edilmiş marka hakkına tecavüz halleri ayrı ayrı tanımlanmış ve yaptırımı da 51 ve 52 inci maddelerde belirtilmiştir. Her iki düzenlemede’de tescilli marka kullanma haklarına tecavüz halleri belirlenmekte ve yaptırıma bağlanmaktadır. Bu nedenle gerek Türk Ticaret Kanunu ve gerekse 551 Sayılı Markalar Kanunundaki düzenlemeyle korunan ortak değer, marka kullanma hakkından doğan haklardır. Marka hakkına tecavüz fiillerinin unsurları her iki düzenlemede de aynıdır ve iki yasa birlikte uygulanamayacağından tam olarak oluşan yasa çatışması kuralları uyarınca sonradan yürürlüğe giren, tescilli markalara hukuki ve cezayi koruma getiren 551 Sayılı Kanundaki düzenleme TTK’nın 57/5 fıkra hükmünü tescilli markalarla sınırlı olmak üzere örtülü olarak yürürlükten kaldırmıştır. Bu kanun da (551 sayılı kanun) 556 Sayılı KHK’nın değişik 82 nci maddesiyle yürürlükten kaldırılmış bulunduğundan ve yürürlükten kalkan eski düzenlemeler canlanamayacağından sanığa atılı eylem haksız rekabet suçunu da oluşturmamaktadır.
El konulan dava konusu eşyanın müsaderesi ya da iadesi konusunun değerlendirilmesine gelince: Yukarıda açıklandığı şekilde atılı eylem 01.01.2009 tarihinden itibaren suç olmaktan, aynı tarih itibariyle bu tür eylemler nedeniyle el konulan eşyalar da suç konusu eşya olmaktan çıkmıştır. İnceleme tarihi itibariyle söz konusu eşyaların bulundurulmasını bizatihi suç sayan herhangi bir yasa hükmü de bulunmamaktadır. Bu nedenle dava konusu eşyanın da iadesine karar verilmesi gerekmektedir.
Açıklanan bu gerekçelerle, … … … … … … … … … … … … … … … … … … … temyiz itirazları yerinde görüldüğünden mahkumiyet hükmünün BOZULMASINA, 5237 Sayılı TCK’nın 7/1 maddesi ve 5320 Sayılı Yasanın 8 nci maddesi gereğince yürürlükte bulunan 1412 Sayılı CMUK’nın 322 nci maddesi uyarınca suç oluşturmayan atılı fiilden sanığın BERAATİNE, el konulan eşyanın sanığa İADESİNE 23 /02 /2009 gününde beraat yönü ile oybirliğiyle, eşyanın iadesinde oy çokluğu ile karar verildi.”
(www.adalet.org)
Yar. 11 CD, 26.01.2006, 2005/11950;2006/198
“Dolandırıcılık suçundan hükümlü Aliş’in yapılan yargılaması sonunda: Mahkumiyetine dair İSTANBUL 5. Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 25.10.2001 gün, 1997/195 Esas, 2001/318 Karar sayılı kesinleşmiş hükmün, 5237 sayılı Yasanın 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe girmesini müteakip yeniden değerlendirilmesi sonucu aynı mahkemece duruşma yapılmaksızın dosya üzerinde verilen 23.06.2005 gün ve aynı sayılı ek kararın süresi içinde Yargıtay’ca incelenmesi hükümlü tarafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C.Başsavcılığının bozma isteyen 15.12.2005 tarihli tebliğnamesi ile daireye gönderilmekle; 5252 sayılı Yasanın 9/3. maddesi uyarınca duruşma açılarak veya dosya üzerinde verilen kararlar temyize tabi olup itiraz üzerine İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 01.08.2005 gün ve 2005/329 D.İş sayılı karar yok hükmünde bulunduğundan ve CMK.nun 264. maddesi gereğince itiraz dilekçesi temyiz davası açma niteliğinde görüldüğünden incelenerek gereği görüşüldü;
765 Sayılı Türk Ceza Yasasının 2/2 maddesi ile bu yasa yerine yürürlüğe giren 5237 Sayılı Türk Ceza Yasasının 7/2. maddesinde suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise fail lehine olan kanunun uygulanarak infaz olunacağı hüküm altına alınmıştır. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlüğe konulmasına ilişkin usul ve esasları belirlemek amacıyla 5252 Sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu itibarla 5237 Sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği 01.06.2005 tarihinden önce verilen kararlarda, ortaya çıkan uyum sorunlarının giderilmesi, uygulanması gereken lehe hükmün tespiti, 5237 Sayılı Yasanın uygulanma ilkeleri geçici nitelikte bulunan 5252 Sayılı Yasaya göre belirlenecektir. Anılan yasanın 9. maddesinde “lehe yasanın derhal uygulanabileceği hallerde duruşma yapılmaksızın dosya üzerinde karar verilebileceği” kabul edilerek asıl olanın duruşma yapılması olduğu hükme bağlanmıştır. Maddede sözü edilen haller eylemin, tartışmasız olarak suç olmaktan çıkarılması, ceza sorumluluğunun kaldırılması veya belirlenen cezanın bir değerlendirme ve takdir gerektirmemesi gibi hallerdir. Mahkemece bir değerlendirme yapılarak suçun unsurlarının tayini takdir hakkı kullanılarak cezanın belirlenmesi veya kişiselleştirilmesinin gerektiği durumlarda, davaya katılan veya şikayetçiye de haber verilerek duruşma açılması, tarafların beyan ve bu konularda sunacakları delillerin tespiti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekmektedir. Evrak üzerinde yapılan incelemede, suçun unsurlarının tartışılması, yeni yasanın verdiği takdir hakkı kullanılarak ceza tayini veya ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi, hükmün niteliğinin değiştirilmesi ve bu kararın sınırlı inceleme yapması gereken itiraz merciince incelenerek talebin yerinde olduğuna veya olmadığına karar verilmesi mümkün değildir. Ayrıca Ceza Genel Kurulunun 11.5.1999 gün 104/113 ve 6.10.1998 gün 224/297 sayılı kararlarında duruşma yapılarak verilip kesinleşen bir hükmün zat ve mahiyetinde değişiklik yapılması aksine bir düzenleme olmadığı takdirde ancak duruşma yapılarak verilecek yeni bir hükümle mümkün olduğu kabul edilmiştir. Davanın esasını çözen ya da değişiklik yapan ve sonradan yürürlüğe giren yasa değerlendirilerek yeniden karar verilmesine yer olmadığına ilişkin sonuçlandırıcı (nihai) kararlar duruşma dışında verilmiş olsalar dahi 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 267 ve 5320 Sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca uygulanması gereken 1412 Sayılı Yasanın 305. maddesine göre temyize tabidir.
Bu itibarla; 5252 Sayılı Yasanın 9. maddesi 1.fıkrası uyarınca usulüne uygun şekilde duruşma açılıp anılan maddenin 3. fıkrası uyarınca da hükümlünün 765 Sayılı TCK.nun 504/3, 80, 522. maddeleri gereğince cezalandırılmasına ilişkin kesinleşmiş mahkumiyet hükmü ile sonradan 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 Sayılı Yasa hükümleri olaya uygulanarak ortaya çıkan sonuçların denetime imkan verecek şekilde gösterilip birbiriyle karşılaştırılması suretiyle lehe hükmün belirlenip sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde dosya üzerinde karar verilmesi,
Yasaya aykırı, hükümlünün temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan sair yönleri incelenmeyen hükmün bu sebeplerden dolayı 5320 Sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK.nun 321. maddesi uyarınca istem gibi BOZULMASINA, 26.01.2006 gününde oybirliği ile karar verildi. “
(www.adalet.org)
Önceki TCK’daki madde:
Madde 1 — Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilmez. Kanunda yazılı cezalardan başka bir ceza ile de kimse cezalandırılamaz.
Suçlar; cürüm veya kabahattir.
<u>Kanunun amacına ilişkin maddesinde ifade edilen kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınabilmesi için, hangi fiillerin suç teşkil ettiğinin kanunda açık bir şekilde belirlenmesi gerekir. Aynı şekilde, suç işlenmesi dolayısıyla verilecek ceza ve tedbirlerle, cezaya mahkûmiyetin hukukî sonuçları ve bu yaptırımların süre ve miktarlarının da kanunla düzenlenmesi zorunludur.</u>
<u>Anayasamızda da ifade edilen ve evrensel nitelikteki “kanunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin gereği olarak suçların tanımlanması ve ceza hukuku yaptırımları koyma yetkisine sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi sahiptir. Yine Anayasamıza göre yasama görevi, devredilmesi mümkün olmayan bir yetkidir. Bireyin maddi ve manevi varlığı üzerinde derin etkiler doğuran suç ve cezaların, ancak ulusal iradeyi temsil eden organ tarafından yapılacak kanunla düzenlenebilmesi, kişi hak ve özgürlüklerine sağlanan en önemli ana-yasal garantilerden birini oluşturmaktadır.</u>
<u>Anayasada temel hak ve özgürlükler alanının, kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyeceğinin öngörülmesi de, bu garantinin bir ifadesidir. Kişi hak ve özgürlükleri konusunda kanun hükmünde kararname çıkarılmaması bakımından anayasal normla getirilen bu yasağın, idarenin diğer düzenleyici işlemleri için de geçerli olduğu kuşkusuzdur. İşte maddenin ikinci fıkrasındaki düzenlemeyle, Anayasada yer alan emredici normların gereği yerine getirilerek, idarenin düzenleyici işlemleriyle bir suç tanımının kapsamının belirlenemeyeceği ve ceza konulamayacağı açıkça düzenlenmiş olmaktadır.</u>
<u>Yine suçta ve cezada kanunilik ilkesinin doğal bir sonucu olan evrensel ilke niteliğindeki ceza kanunlarının uygulanmasında kıyasa başvurulamayacağı, maddenin üçüncü fıkrasında açıkça düzenlenmiştir. Böylece ceza kanunlarının bireye güvence sağlama işlevinin bir gereği daha yerine getirilmiş ol-maktadır. Yeni tarihli ceza kanunlarında da kıyas yasağına ilişkin olarak açık hükümlere yer verilmektedir. Örneğin yeni Fransız Ceza Kanununda bu husus “ceza kanunları dar yorumlanır” biçiminde ifade edilmiştir. Kıyas yasağıyla getirilen güvencenin tam anlamıyla uygulanabilmesini mümkün kılmak amacıyla, kıyasa yol açacak şekilde yapılacak geniş yoruma da başvurulamayacağı açıkça ifade edilmiştir. Ancak bu hükümle ceza hukukunda genişletici yorum tümüyle yasaklanmamakta, sadece bu yorum biçiminin kıyasa yol açacak şekilde uygulanmasının önüne geçilmek istenmektedir.</u>
<u>Suçlar arasında cürüm ve kabahat ayırımı kaldırıldığı için, Tasarının “Suçlar, cürüm ve kabahattir.” şeklindeki ikinci fıkrası metinden çıkarılmıştır.</u>