img

Suçta ve cezada kanunîlik ilkesi

MADDE 2

(1) Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz. Kanunda ya­zılı cezalardan ve güvenlik tedbirlerinden başka bir ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunamaz.

(2) İdarenin düzenleyici işlemleriyle suç ve ceza konulamaz.

(3) Kanunların suç ve ceza içeren hükümlerinin uygulanma­sında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler, kı­yasa yol açacak biçimde geniş yorumlanamaz.


MADDENİN YORUMU:

Madde, ceza hukukunun temel ilkelerinden biri olan, suç­ta ve cezada kanunilik ilkesine yer vermektedir. Bireyin hak ve özgürlüklerinin korunması amacı doğrultusunda, suçların yasalarda düzenlenmesi ve yaptırımlarının belirtilmesi, hak ve özgürlüklerin güvencesini oluşturmaktadır. Birey, hangi ey­lemlerin suç oluşturduğunu ve yaptırımların neler olduklarını bilmek hakkına sahiptir. Bu sonuç, devletin cezalandırma hak­kını kullanırken, bireye gerekli saygıyı göstermek yükümünü de yüklemektedir. Bu saygı, suç olarak düzenlenen eylemleri önce yasayla yapmak, sonra da böyle bir düzenlemeye konu olmayan eylemleri cezalandırmamaktır. Aynı sonuç, suç kar­şılığı uygulanacak yaptırımların da yasalarda belirtilmesi ile pekiştirilmektedir. Madde, Anayasanın 38 nci maddesi ile de paralellik kurmaktadır.

Madde, yeni yasanın kabulü doğrultusunda, ceza yaptırım­larını iki bölümde mütalaa etmektedir. Önceki TCK’da olma­yan güvenlik tedbirleri de sisteme katılmıştır.

Maddenin ikinci fıkrasında, suçta ve cezada kanunilik il­kesini tamamlayıcı nitelik taşıyan bir hükme yer verilmiştir. Ülkemizde uzun yıllar tartışılan, fakat tartışmaya rağmen uy­gulanan, düzenleyici işlemlerle suç ve ceza konulması uygula­masına son verilmektedir. Bu konuda getirilen yasakla, örne­ğin kanun hükmünde kararname ile suç konulması ve cezalara yer verilmesi önlenmektedir. Yeni yasanın bu açık hükmü kar­şısında, eski uygulamayı oluşturan, suça bir yasada yer ver­mek, fakat suçun ve cezasının ayrıntılarını düzenleyici işlem­lerle yapmak geleneği terk edilmek zorundadır.

Maddenin üçüncü fıkrasında, ceza hukukunun temel ilke­lerinden birini oluşturan kıyas yasağına yer verilmiştir. Kıyasa yasağı, ceza hukuku doktrininin itirazsız kabul ettiği, üzerinde hiçbir tartışmanın olmadığı bir kavramdır. Kıyas yasağının an­lamı şudur: Yasa koyucu suçları yasalarda açık ve seçik biçim­de düzenleyecektir. Bu düzenlemede, suç olanla olmayan kesin olarak ayrılacaktır. Suç sayılmayan eylemler cezalandırılmaya­caktır. Cezalandırılan bir eylemle aynı nitelikleri taşıyan, sözge­limi aynı biçimde zarar ya da tehlike doğurabilecek bir eylem, kıyas yoluyla suç sayılamayacak ve cezalandırılamayacaktır. Kıyas yasağı, ceza hukuku alanında bireyin hak ve özgürlük­lerinin korunmasının bir başka güvencesidir. Kıyas keyfiliği doğurur. Keyfilik ise özgürlüklerin gerek kullanılmasının gerek korunmasının karşısındaki en büyük tehlikedir.

Kıyas yasağının yasada öngörülmesi, bundan böyle ülke­mizde yasakoyucuya bir başka görev daha yüklemektedir. O görev şudur: Ceza yasaları, gerek suçlar gerek öngördükleri cezalar yönünden, açık ve belirgin olmak zorundadırlar. Ceza yasalarında yapılan tanımlarda hiçbir tereddüt söz konusu olmamak gerekir. Bu yolla, suç olanla olmayanın ayrılması mümkün olacaktır.

Üçüncü fıkranın son cümlesinde, ceza hukukunun bir baş­ka ilkesi yer almaktadır. Bu ilke, ceza yasaları dar yorumlanır, ilkesidir. Madde, bu ilkeyi açıklarken, kıyas yasağı ile bağlantı kurmuş, yasaların yorumunda, kıyas sayılabilecek genişlik­te bir yoruma gidilemeyeceği vurgulanmıştır. Bu yaklaşımın amacı açıktır. Tam anlamıyla kıyas olmasa bile, kıyasa yakın biçimde geniş yorum yöntemini uygulamak ve bireyi ceza­landırmak, bugünkü suç ve ceza politikasına uygun düşmez. Suç, toplumda kamu düzenini bozan en ağır fiildir. Bu nedenle de bunlara ceza yaptırımları uygulanır. Bu tercihi yasa koyu­cu yapar. Hangi fiillerin suç sayılacağını yasa koyucu belirler. Ancak yasa koyucu için bu konuda mutlak uyulması gereken bir kural vardır. Bugün için anayasal bir ilke olan bu kural(AY, m.38) suçların ancak yasalarla konulabilmesidir. Bunun istis­nasının olmamasıdır.

Bu konuyla bağlantılı olarak bir hususu da belirtmek uygun olur. Yasa koyucular bugün suç koyarken, hangi fiillerin suç sayıldığını açıklık ve belirginlik içinde düzenlemek zorunda­dırlar. Bunun nedeni, her suç sayılan fiilin temelinde bir özgür­lük kuralının yatmasıdır. Bu nedenle birey toplumsal yaşantısı içinde, suç olanla olmayanı bilmek hakkına sahiptir. Suç normları açıklık ve belirginlik taşıdığında, birey hangi eylemleri­nin hukuka uygun, hangilerinin hukuka aykırı olacağını önce­den bilmelidir.

Suç genel teorisinde bu söylediklerime “suç sayılan fiilde belirginlik” kuralı adı verilir. Bu kuralın mutlak uygulanması bir devletin hukuk devleti olup olmadığının da bir göstergesi­dir. Hukuk devleti bireye hukuk güvenceleri sağlayan devlet­tir. O devletin çatısı altında yaşayan birey kendisini güvende hissetmelidir. Bunun ceza boyutundaki yaklaşımı suçu, suç olmayandan kesin çizgileri ile ayırmaktır.

Bugün özellikle siyasal suçlar alanında bu konuda uyuş­mazlıklarla karşılaşılır. Bunun için sözünü ettiğim çizginin net olarak çizilmesi kaçınılmazdır. Bu, bireyin özgürlüğünü güvence altına almak açısından önemli olduğu kadar, hukuku siyasallaştırmak isteyecek olan siyasal iktidarlar için de bir set oluşturacaktır. Bu set bireyin güvencesi olarak mütalaa edil­mek gerekir.

 


YARGITAY UYGULAMASI:

Yar. 2 CD, 07.05.2007, 2007/6390; 2007/6303

“5237 sayılı Yasa’nın 51/3. maddesine göre cezası ertelenen hükümlü hakkında Yasa’da bulunmayan bir denetim kararına hükmedilmesi yasallık ilkesi ile bağdaşmaz.

Eşe karşı kasten yaralama suçundan sanık Mehmet’in 5237 sayılı TCK.nun 86/2, 86/3-a ve 62. maddeleri gereğince 5 ay ha­pis cezası ile cezalandırılmasına, anılan Kanun’un 51/1. mad­desi uyarınca hapis cezasının ertelenmesine, aynı Kanun’un 51/3. maddesi gereğince 1 yıl denetim süresinin belirlenmesi ve denetim süresi içinde alkollü içecek kullanmasının ve alkol­lü içki kullanılan yerlere girmesinin yasaklanmasına dair, (Di­nar Sulh Ceza Mahkemesi)’nin 21.12.2006 tarihli ve 2006/207- 247 sayılı kararı aleyhine Yüksek Adalet Bakanlığı’nca verilen 30.03.2007 gün ve 17620 sayılı kanun yararına bozma tale­bine dayanılarak dava dosyası Yargıtay C.Başsavcılığı’nın 16.04.2007 gün ve 2007/68076 sayılı tebliğnamesiyle Dairemize gönderilmekle okundu;

Kanun yararına bozma isteyen tebliğnamede;

5237 sayılı TCK.nun “Hapis cezasının ertelenmesi” kenar başlıklı 51. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde, “İşlediği suçtan dolayı iki yıl ve\a daha az süreyle hapis ce­zasına mahkum edilen kişinin cezası ertelenebilir” hükmü ile aynı maddenin üçüncü fıkrasında, “Cezası ertelenen hükümlü hakkında, bir yıldan az, üç yıldan fazla olmamak üzere, bir de­netim süresi belirlenir. Bu sürenin alt sınırı, mahkum olunan ceza süresinden az olamaz.” hükmü ve dördüncü fıkrasında ise, “Denetim süresi içinde; a) Bir meslek veya sanat sahibi ol­mayan hükümlünün, bu amaçla bir eğitim programına devam etmesine, b) Bir meslek veya sanat sahibi hükümlünün, bir kamu kurumunda veya özel olarak aynı meslek veya sanatı icra eden bir başkasının gözetimi altında ücret karşılığında çalıştırıl­masına, mahkemece karar verilebilir.” hükmünün yer alması­na rağmen, 5 ay hapis cezası ertelenen sanık hakkında, madde hükmünde yer almayan “alkollü içecek kullanmasının ve alkol­lü içki kullanılan yerlere girmesinin yasaklanmasına” şeklinde karar verilmesinde isabet görülmediğinden, 5271 sayılı CMK. nun 309. maddesi uyarınca anılan kararın bozulması lüzumu kanun yararına bozma talebine dayanılarak ihbar olunmuştur.

Gereği düşünüldü:

Suçta ve cezada yasallık ilkesi uyarınca, yasada öngörül­meyen yükümlülükler kimseye yüklenemeyeceğinden, kanun yararına bozma istemindeki düşünce yerinde görüldüğünden Dinar Sulh Ceza Mahkemesi’nden verilip kesinleşen 21.12.2006 gün ve 2006/207-247 sayılı kararın 5271 sayılı Ceza Muhake­mesi Kanunu’nun 309. maddesinin 4. fıkrasının (d) bendi uya­rınca (BOZULMASINA), hükümde yer alan “5237 sayılı TCK. nun 51/3. maddesi uyarınca denetim süresi içinde sanığın al­kollü içecek kullanmasının ve alkollü içki kullanılan yerlere girmesinin yasaklanmasına” ilişkin bölümün hüküm fıkrasın­dan çıkarılmasına, hükmün diğer kısmının aynen bırakılması­na 07.05.2007 tarihinde oybirliğiyle karar verildi. “(<u>www.ada­let.org)(YKD</u>, Ağustos 2007)


Yar. 7 CD, 11.02.2009, 2006/16811;2009/2220

“Kanunsuz suç ve ceza olamayacağından, sanığın marka hakkına tecavüze ilişkin eylemini 556 sayılı KHK ile suç say­mak mümkün değildir.” (YKD, Nisan 2009)


Yar. 7 CD, 2007/14317

“5252 sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanunun Geçici 1 inci maddesi ve buna bağlı olarak 5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 5 inci maddesinin 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe girmesi sonucu ve aynı Kanu­nun 2 nci maddesi hükmü karşısında dava konusu eylemin atılı suç oluşturup oluşturmayacağı hususunun değerlendiril­mesi gerekmektedir.

Bu bağlamda sanığa atılı tescilli marka hakkına tecavüz ey­lemleri ve bu fiilleri işleyenlere uygulanacak yaptırımları dü­zenleyen mevzuat tarihsel olarak incelendiğinde; 11 Mayıs 1888 tarihli Alameti Farika Nizamnamesi ile bu konuda hükümler getirildiği, 03.03.1965 tarihli 551 Sayılı Mar­kalar Kanunu ile yeni bir düzenleme yapıldığı ve Kanunun 54 üncü maddesiyle Alameti Farika Nizamnamesi ile ek ve deği­şikliklerinin yürürlükten kaldırıldığı, 24.06.1995 tarihinde yü­rürlüğe giren ve tescilli markalarla ilgili cezai koruma hüküm­leri getiren 556 Sayılı Markaların Korunması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 4128 Sayılı Kanunla değişen 82 nci maddesiyle 551 Sayılı Markalar Kanunun yürürlükten kaldırıl­dığı görülmektedir.

Tescilli markaların cezai korunması konusunda ülke mev­zuatımızla ilgili olarak yapılan hukuki değişikliklere işaret edildikten sonra somut olay değerlendirildiğinde:

Sanık hakkında 556 sayılı KHK.nın 61/A-c maddesi uyarın­ca cezalandırılması için kamu dava açılmıştır. Bu maddenin atıf yaptığı 61 inci maddede ise kararname hükmüyle suç tanımla­rı düzenlenmiştir. 5252 Sayılı Yasanın geçici 1 nci maddesinde “Diğer kanunların, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun Birinci Kitabında yer alan düzenlemelere aykırı hükümleri, ilgili ka­nunlarda gerekli değişiklikler yapılıncaya ve en geç 31 Aralık 2008 tarihine kadar uygulanır.” 5237 sayılı TCK’nın 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5/1 inci maddesinde “Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlar­daki suçlar hakkında da uygulanır” ve aynı Kanunun genel hükümleri arasında bulunan 2 inci maddesinin birinci fıkra­sında ise “Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanmaz...” hükümleri yer almaktadır.

Olayımızda sanığa atılı eylem, ceza içeren özel bir hukuk düzenlemesi olup 5’inci maddede sözü edilen özel ceza kanun­ları ya da ceza içeren kanunlar kapsamında bulunmaktadır. O halde atılı eylem, TCK’nın 2 inci maddesi hükmü kapsamında değerlendirilmelidir. Bu duruma göre, KHK hükmüyle getiri­len bu düzenleme TCK’nın 2 inci maddesinde öngörülen ka­nunilik ilkesine uygun bulunmamaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesi 03.01.2008 gün ve 2005/15 E, 2008/2 K sayılı iptal kararı gerekçesinde Kanunsuz suç ve ceza konulamayacağını, Kanun Hükmünde Kararname hükmüyle suç ve ceza getirile­meyeceğini açıkça vurgulamıştır. Bu durum karşısında, 5252 Sayılı Kanunun geçici birinci maddesi ile TCK’nın 2 inci mad­desi ve 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5 inci maddesi bir­likte değerlendirildiğinde; 556 Sayılı KHK’nın suç tanımlayan hükümlerinin tümüyle zımni olarak ilga edildiğinin (örtülü olarak yürürlükten kaldırıldığının) kabulü gerekmektedir. Bu hukuki değerlendirmeye göre atılı eylem 556 Sayılı KHK hü­kümleri kapsamında suç oluşturmayacaktır.

Öte yandan 556 Sayılı K.H.K ya göre suç oluşturmayan ey­lemin Türk Ticaret Kanunu’nda düzenlenen haksız rekabet suçunu oluşturup oluşturmayacağı hususunun da bu noktada ayrıca değerlendirilmesi gerekmektedir. Buna göre, 1474 üncü maddesi gereğince 01/01/1957 tarihinde yürürlüğe giren 6762 Sayılı TTK’nın 57 nci maddesinin 5 inci fıkrasında; başkasının haklı olarak kullandığı ad, unvan, işaret gibi tanıtma vasıtaları haklarına tecavüzün yanında, tescilli ve tescilsiz ayırımı yap­madan marka hakkına tecavüz de haksız rekabet suçu olarak tanımlanmış ve cezası 64 üncü maddede belirtilmiştir. Bu Ka­nunun yürürlük tarihinden sonra 3 Mart 1965 tarihinde yürür­lüğe giren 551 Sayılı Markalar Kanunu’nun 47 inci maddesinde de tescil edilmiş marka hakkına tecavüz halleri ayrı ayrı tanım­lanmış ve yaptırımı da 51 ve 52 inci maddelerde belirtilmiştir. Her iki düzenlemede’de tescilli marka kullanma haklarına te­cavüz halleri belirlenmekte ve yaptırıma bağlanmaktadır. Bu nedenle gerek Türk Ticaret Kanunu ve gerekse 551 Sayılı Mar­kalar Kanunundaki düzenlemeyle korunan ortak değer, marka kullanma hakkından doğan haklardır. Marka hakkına tecavüz fiillerinin unsurları her iki düzenlemede de aynıdır ve iki yasa birlikte uygulanamayacağından tam olarak oluşan yasa çatış­ması kuralları uyarınca sonradan yürürlüğe giren, tescilli mar­kalara hukuki ve cezayi koruma getiren 551 Sayılı Kanundaki düzenleme TTK’nın 57/5 fıkra hükmünü tescilli markalarla sınırlı olmak üzere örtülü olarak yürürlükten kaldırmıştır. Bu kanun da (551 sayılı kanun) 556 Sayılı KHK’nın değişik 82 nci maddesiyle yürürlükten kaldırılmış bulunduğundan ve yürür­lükten kalkan eski düzenlemeler canlanamayacağından sanığa atılı eylem haksız rekabet suçunu da oluşturmamaktadır.

El konulan dava konusu eşyanın müsaderesi ya da iadesi konusunun değerlendirilmesine gelince: Yukarıda açıklandığı şekilde atılı eylem 01.01.2009 tarihinden itibaren suç olmaktan, aynı tarih itibariyle bu tür eylemler nedeniyle el konulan eş­yalar da suç konusu eşya olmaktan çıkmıştır. İnceleme tarihi itibariyle söz konusu eşyaların bulundurulmasını bizatihi suç sayan herhangi bir yasa hükmü de bulunmamaktadır. Bu ne­denle dava konusu eşyanın da iadesine karar verilmesi gerek­mektedir.

Açıklanan bu gerekçelerle, … … … … … … … … … … … … … … … … … … … temyiz itirazları yerinde görüldüğün­den mahkumiyet hükmünün BOZULMASINA, 5237 Sayılı TCK’nın 7/1 maddesi ve 5320 Sayılı Yasanın 8 nci maddesi gereğince yürürlükte bulunan 1412 Sayılı CMUK’nın 322 nci maddesi uyarınca suç oluşturmayan atılı fiilden sanığın BERA­ATİNE, el konulan eşyanın sanığa İADESİNE 23 /02 /2009 gü­nünde beraat yönü ile oybirliğiyle, eşyanın iadesinde oy çoklu­ğu ile karar verildi.” (www.adalet.org)


Yar. 11 CD, 26.01.2006, 2005/11950;2006/198

“Dolandırıcılık suçundan hükümlü Aliş’in yapılan yar­gılaması sonunda: Mahkumiyetine dair İSTANBUL 5. Ağır Ceza Mahkemesinden verilen 25.10.2001 gün, 1997/195 Esas, 2001/318 Karar sayılı kesinleşmiş hükmün, 5237 sayılı Yasa­nın 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe girmesini müteakip yeniden değerlendirilmesi sonucu aynı mahkemece duruşma yapıl­maksızın dosya üzerinde verilen 23.06.2005 gün ve aynı sayılı ek kararın süresi içinde Yargıtay’ca incelenmesi hükümlü ta­rafından istenilmiş olduğundan dava evrakı C.Başsavcılığının bozma isteyen 15.12.2005 tarihli tebliğnamesi ile daireye gön­derilmekle; 5252 sayılı Yasanın 9/3. maddesi uyarınca duruş­ma açılarak veya dosya üzerinde verilen kararlar temyize tabi olup itiraz üzerine İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesince verilen 01.08.2005 gün ve 2005/329 D.İş sayılı karar yok hükmünde bulunduğundan ve CMK.nun 264. maddesi gereğince itiraz di­lekçesi temyiz davası açma niteliğinde görüldüğünden incele­nerek gereği görüşüldü;

765 Sayılı Türk Ceza Yasasının 2/2 maddesi ile bu yasa yerine yürürlüğe giren 5237 Sayılı Türk Ceza Yasasının 7/2. maddesinde suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise fail lehine olan kanunun uygulanarak infaz olunacağı hüküm altına alınmıştır. 5237 Sayılı Türk Ceza Kanununun yürürlüğe konulmasına ilişkin usul ve esasları belirlemek amacıyla 5252 Sayılı Türk Ceza Kanununun Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu itibar­la 5237 Sayılı Yasanın yürürlüğe girdiği 01.06.2005 tarihinden önce verilen kararlarda, ortaya çıkan uyum sorunlarının gide­rilmesi, uygulanması gereken lehe hükmün tespiti, 5237 Sayılı Yasanın uygulanma ilkeleri geçici nitelikte bulunan 5252 Sayı­lı Yasaya göre belirlenecektir. Anılan yasanın 9. maddesinde “lehe yasanın derhal uygulanabileceği hallerde duruşma ya­pılmaksızın dosya üzerinde karar verilebileceği” kabul edile­rek asıl olanın duruşma yapılması olduğu hükme bağlanmış­tır. Maddede sözü edilen haller eylemin, tartışmasız olarak suç olmaktan çıkarılması, ceza sorumluluğunun kaldırılması veya belirlenen cezanın bir değerlendirme ve takdir gerektirmemesi gibi hallerdir. Mahkemece bir değerlendirme yapılarak suçun unsurlarının tayini takdir hakkı kullanılarak cezanın belirlen­mesi veya kişiselleştirilmesinin gerektiği durumlarda, davaya katılan veya şikayetçiye de haber verilerek duruşma açılması, tarafların beyan ve bu konularda sunacakları delillerin tespiti ile sonucuna göre karar verilmesi gerekmektedir. Evrak üze­rinde yapılan incelemede, suçun unsurlarının tartışılması, yeni yasanın verdiği takdir hakkı kullanılarak ceza tayini veya ceza verilmesine yer olmadığına karar verilmesi, hükmün niteliği­nin değiştirilmesi ve bu kararın sınırlı inceleme yapması ge­reken itiraz merciince incelenerek talebin yerinde olduğuna veya olmadığına karar verilmesi mümkün değildir. Ayrıca Ceza Genel Kurulunun 11.5.1999 gün 104/113 ve 6.10.1998 gün 224/297 sayılı kararlarında duruşma yapılarak verilip kesinle­şen bir hükmün zat ve mahiyetinde değişiklik yapılması aksi­ne bir düzenleme olmadığı takdirde ancak duruşma yapılarak verilecek yeni bir hükümle mümkün olduğu kabul edilmiştir. Davanın esasını çözen ya da değişiklik yapan ve sonradan yü­rürlüğe giren yasa değerlendirilerek yeniden karar verilmesine yer olmadığına ilişkin sonuçlandırıcı (nihai) kararlar duruşma dışında verilmiş olsalar dahi 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Ka­nununun 267 ve 5320 Sayılı Yasanın 8. maddesi uyarınca uy­gulanması gereken 1412 Sayılı Yasanın 305. maddesine göre temyize tabidir.

Bu itibarla; 5252 Sayılı Yasanın 9. maddesi 1.fıkrası uyarın­ca usulüne uygun şekilde duruşma açılıp anılan maddenin 3. fıkrası uyarınca da hükümlünün 765 Sayılı TCK.nun 504/3, 80, 522. maddeleri gereğince cezalandırılmasına ilişkin kesinleş­miş mahkumiyet hükmü ile sonradan 1.6.2005 tarihinde yü­rürlüğe giren 5237 Sayılı Yasa hükümleri olaya uygulanarak ortaya çıkan sonuçların denetime imkan verecek şekilde gös­terilip birbiriyle karşılaştırılması suretiyle lehe hükmün belir­lenip sonucuna göre hüküm kurulması gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde dosya üzerinde karar verilmesi,

Yasaya aykırı, hükümlünün temyiz itirazları bu itibarla ye­rinde görülmüş olduğundan sair yönleri incelenmeyen hük­mün bu sebeplerden dolayı 5320 Sayılı Yasanın 8/1. maddesi gereğince uygulanması gereken 1412 Sayılı CMUK.nun 321. maddesi uyarınca istem gibi BOZULMASINA, 26.01.2006 gü­nünde oybirliği ile karar verildi. “(www.adalet.org)


Önceki TCK’daki madde:

Madde 1 — Kanunun sarih olarak suç saymadığı bir fiil için kim­seye ceza verilmez. Kanunda yazılı cezalardan başka bir ceza ile de kimse cezalandırılamaz.

Suçlar; cürüm veya kabahattir.

 


GEREKÇE:

<u>Kanunun amacına ilişkin maddesinde ifade edilen kişi hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınabilmesi için, hangi fiil­lerin suç teşkil ettiğinin kanunda açık bir şekilde belirlenmesi gerekir. Aynı şekilde, suç işlenmesi dolayısıyla verilecek ceza ve tedbirlerle, cezaya mahkûmiyetin hukukî sonuçları ve bu yaptırımların süre ve miktarlarının da kanunla düzenlenmesi zorunludur.</u>

<u>Anayasamızda da ifade edilen ve evrensel nitelikteki “ka­nunsuz suç ve ceza olmaz” ilkesinin gereği olarak suçların tanımlanması ve ceza hukuku yaptırımları koyma yetkisine sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi sahiptir. Yine Anayasa­mıza göre yasama görevi, devredilmesi mümkün olmayan bir yetkidir. Bireyin maddi ve manevi varlığı üzerinde derin etki­ler doğuran suç ve cezaların, ancak ulusal iradeyi temsil eden organ tarafından yapılacak kanunla düzenlenebilmesi, kişi hak ve özgürlüklerine sağlanan en önemli ana-yasal garantilerden birini oluşturmaktadır.</u>

<u>Anayasada temel hak ve özgürlükler alanının, kanun hük­münde kararnamelerle düzenlenemeyeceğinin öngörülmesi de, bu garantinin bir ifadesidir. Kişi hak ve özgürlükleri konu­sunda kanun hükmünde kararname çıkarılmaması bakımından anayasal normla getirilen bu yasağın, idarenin diğer düzenleyi­ci işlemleri için de geçerli olduğu kuşkusuzdur. İşte maddenin ikinci fıkrasındaki düzenlemeyle, Anayasada yer alan emredici normların gereği yerine getirilerek, idarenin düzenleyici işlem­leriyle bir suç tanımının kapsamının belirlenemeyeceği ve ceza konulamayacağı açıkça düzenlenmiş olmaktadır.</u>

<u>Yine suçta ve cezada kanunilik ilkesinin doğal bir sonucu olan evrensel ilke niteliğindeki ceza kanunlarının uygulanma­sında kıyasa başvurulamayacağı, maddenin üçüncü fıkrasın­da açıkça düzenlenmiştir. Böylece ceza kanunlarının bireye güvence sağlama işlevinin bir gereği daha yerine getirilmiş ol-maktadır. Yeni tarihli ceza kanunlarında da kıyas yasağı­na ilişkin olarak açık hükümlere yer verilmektedir. Örneğin yeni Fransız Ceza Kanununda bu husus “ceza kanunları dar yorumlanır” biçiminde ifade edilmiştir. Kıyas yasağıyla geti­rilen güvencenin tam anlamıyla uygulanabilmesini mümkün kılmak amacıyla, kıyasa yol açacak şekilde yapılacak geniş yoruma da başvurulamayacağı açıkça ifade edilmiştir. Ancak bu hükümle ceza hukukunda genişletici yorum tümüyle ya­saklanmamakta, sadece bu yorum biçiminin kıyasa yol açacak şekilde uygulanmasının önüne geçilmek istenmektedir.</u>

<u>Suçlar arasında cürüm ve kabahat ayırımı kaldırıldığı için, Tasarının “Suçlar, cürüm ve kabahattir.” şeklindeki ikinci fık­rası metinden çıkarılmıştır.</u>

img

Abdussamet Aydemir

İstanbul 2 Nolu Barosu · 3874

yasal.co kurucusu

Yazar profili >